top of page

AZİMET GÜRBÜZ

BU BİZİM HİKAYEMİZ


Sevgi’nin “İBO ile ilgili anıları olanlardan alacağım yazılarla bir kitapçık hazırlamak istiyorum” bu konuda kimlerle anıları olabileceğini tahmin edebiliyorsan, bu isteğimi kendilerine iletirsen sevinirim demişti mesajında. Çok güzel bir fikir. Sonra ben, özellikle çocukluğu ve gençliğiyle ilgili sandım ki, bir sürü şey yazabilirim. Fakat öyle olmuyor. Hatırladığım her şey bir film şeridi gibi gözümün önünde bir saniyede akıp gidiyor. Kendisiyle ilgi “anı” diyebileceğim tek tek şeyler yok ki. Hatırladığım hepimizin yaşantısında O’nun yeri aklıma geliyor.

Peki bizim dört kişilik ailemiz nasıl bir aileydi. Bu aile içinde koşullar, herkese bir görev yüklüyordu. Hep aklıma gelen, uzun süre, hayata tutunabilme mücadelesi verdiğimizdi. Ailenin bir parçası olan, O’nunla ilgili bildiklerim de o tutunma gayretlerimize desteğiydi. İşin bir de farklı bir gerçeği daha var; o da hatırlayabildiğim kadarıyla ömrünün bizimle geçen süresi otuz yıldı. Diğer bölümü, aileden ayrı, bizden farklı yaşadığı evliliği ve iş yaşamıydı. Bu yaşamında doğal olarak benim bildiğim, arkadaşlarının bildiği kadardır hatta daha da azdır. Bu nedenle aileden başlayıp O’nun bilinmeyen benim bildiğim, belki de, başka kimsenin bilmediği, bilemeyeceği, bilebileceklerin artık hayatta olmadığı, bu nedenle ortak yaşamımızı, hafızalardan kağıda dökmenin zorunluluğunu ve zorluğunu gördüm. Fakat her nedense kendisini andıkça, Sevgi’nin isteğini yerine getirirken acaba bir nebze de kendisine karşı sorumluluğumu da mı gidermiş oluyorum? Unutmayı hiç düşünmüyorum. Fakat günlük yaşamda öne çıkan meşgaleler, bazı olayları hafızamızdandan sildiği olmuştur elbette. Böyle olunca da üzülüyorum. Her nedense hafızalarımız, unutmaya direndiği için, üzüntüsü farklı bir yaşam gibi bana dayanak oluyor. Yaşamımı böylesi anlarda daha anlamlı buluyorum. Bu kötü değil olmayanların bizde bıraktığı bizimle birlikte yaşayan izleridir. Dikkatli olanların unutamayacakları şu gerçek anlamlı değil mi? Cüzdanında üç yıl önce kaybettiği yeğeninin resmini taşıyordu. Çünkü bu “unutma” duygusuna karşı, aklında tutma direnciydi. Şunu da söylemek istiyorum; yazılanlarda bir “edebi” kusur aranmayacağını umarım. İBO hep bizimle iç içeydi. Bizsiz O’nu nasıl ayırıp yazabilirdim ki. Bu nedenle BİZİM HİKAYEMİZ dedim.

Bir köy yerinde dört kişilik bir aile çok küçük bir ailedir. Yanıbaşınızda on, yirmi belki de daha fazla nüfuslu aileleri bildiğimden, ta o günlerden beri, kendimizi hep yalnız ve kimsesiz hissederdik. Ondan mıdır, tam bilemiyorum ama, duygusal olarak çok kenetliydik. Bildiğiniz on kişilik ya da yirmi kişilik ailelerin yaptıkları işin aynısını, yalnız, belki biraz küçük boyutunu, bu bağlılığımızla biz de yapmak zorundaydık.

Köyümüz yüksek rakımlı bir köy olup, pazar için üretim yapamayan, herkesin tüm çabası ve üretim için gayreti, aile ihtiyaçlarını yani insani yaşamı karşılayacak kadar, tahıl, hayvanlarının kış için ihtiyacını karşılayacak kadar da, ot ve saman tedarikini esas alan, bir hedefi vardı herkesin. Hane halkının üretemediği, ihtiyaç duyduğu endüstriyel ürünleri, kasabanın ya da şehirlerin çarşı ve pazarlarından satın alınırdı. Bunlar o dönemlerde siyasi literatürümüze geçmiş “üç beyaz” olarak da tanımlanan, gaz, bez ve şekerdi. Sanki hayatımızın temel ihtiyaçları bunlarmış gibi yaşadık. Halkın ihtiyacı gıdanın dışında bunlarla sınırlı olduğuna şaşırmış olanınız vardır şüphesiz. Ama hayatımızda yaşadığımız gerçek böyleydi. Ta ki; şehirlere gelene kadar. Şehirde insanların gerek giyimde, gerek yemede, gerekse de diğer kullanımlarında bulundurduğu eşyaları gördükçe reel hayatın çok dışında olduğumuzu anladık. Ahmet Arif’in dediği gibi “rivayet sanılır belki” ama değil. Köylümüz bu ihtiyaçlarını, bir sonraki yıl aile yaşamı için planladığı, koyun, keçi, dana, inek vb hayvanlarından, fazla ya da, yaşlı saydıklarını, satarak elde ettiği parayla karşılardı. Kalabalık saydığım ailelerin ergin erkeklerinin bir kısmı da İstanbul Ankara gibi büyük şehirlerde “mevsimlik işçi” olarak çalışıp, ailenin diğer ihtiyaçlarını karşılardı. Kalabalık ailelerin bu tür ihtiyaçları doğal olarak küçük ailelere göre daha fazlaydı. Köylünün yaşam biçimi ve düzeyi benzerdi. Kimsenin yaşamı bir diğerinden farklılık gösterecek düzeyde değildi. Sadece bir iki ailenin toprağı diğerlerine göre daha çoktu. Bunun dışında herkes aynı yaşam “kalitesine” ya da düzeyine sahipti.

Bizim de diğerleri gibi malımız, davarımız, koyunlarımız kuzularımız, tarlalarımız, ekip biçmeye yardımcı öküzlerimiz, sağmak için ineklerimiz vardı. Bu varlıklar kimine göre çok kimine göre azdı. Bu nedenle bu yaşam ve üretim biçimi çok insan gerektirirdi. Ancak köyde imece diyebileceğimiz bazı ortak davranışlar, bizim de bazı yüklerimizi paylaşmamıza olanak sağlardı. Örneğin köyün bir sığırtmacı vardı. Yani köyün inek, dana vs olarak tanımlanan “sığırını” güden. Birkaç ev birleşerek bir bedelle, koyun ve keçileri ortak güden bir çobanı olabiliyordu. Kuzuları ve oğlakları, annelerini zamansız emmemeleri için özel bir bakım ve ayrı bir otlatma gereği duyulduğundan, mutlaka bir kişiyi görevli kılmak zorunluydu. Bir diğeri de o yıllarda tarlaları ekip biçme, “döven” sürüp harman savurma, işlerinde köylünün can damarı sayılan en büyük iş gücü olan “öküzlerin” bakımına da özel bir kişi gerekiyordu. Bu nedenle bizim gibi küçük ailelerde eve tek başına gidip gelecek kadar büyümüş, göreceli olarak söz dinleyip algılayacak beş yaş ve üzeri çocuklar üretim ilişkisi içinde yer alırlardı. Aile olarak biz koyun ve keçilerimizi bedeli karşılığı üç-beş ailenin ortak tuttuğu bir çobana güttürüyorduk. Öküzlerimizi ben, kardeşim de kuzuları güdüyordu. Hatta köyün “korucusu” Aziz Gürbüz’ün küçük oğlu daha yeni yürümeye başlamış kuzuları otlatıyor dediği o yıllarda köyde dile düşmüştü.

Ailemizde bir kız kardeşim vardı. Büyüyüp yürüdüğü konusunda bir şey hatırlamıyorum. Aklımda öldüğüyle ilgili net bilgi var ama nasıl öldüğü, cenazesiyle ilgili hiçbir şeyi hatırlamıyorum. Sonraları annem “zatürreden” öldüğünü söylemişti. Adı Zehra’ydı. Bizde yani köyümüzde, 21 Martta ( gece ile gündüzün eşit olduğu gün “NEVROZ”) tüm köylülerimiz, köyün mezarlığını ziyaret ederdi. Mezarlık ziyaretine gittiğimizde annem- babam sonraları kardeşim, büyüklerimizin ve kız kardeşimin mezarını da ziyaret ettiğimizi hatırlıyorum. Ailemiz için şu bilgiyi de önemli buluyorum. Köyümüzün mezarlığında baba tarafından, yalnız kız kardeşimle babaannemin mezarı vardı. Büyük Babam Tokatın Zile ilçesinde ölmüş. Köyde anlatılanlara göre birinci seferberlik olarak anlatılan 1914 yılında İstanbul’a gitmek üzere babaannem ve amcamla köyden ayrılıyorlar. Fakat İstanbul’a gidemedikleri Tokat’ın Zile İlçesinde kaldıkları, hatta orada çobanlık yaparak yaşamaya çalıştıklarını amcam anlatırdı. Babam küçük olduğundan, burayla ilgili anlatır düzeyde hiçbir şey hatırlamıyordu. Hayal meyal belleğinde olduğunu söylerdi. Bir süre sonra da ( kaç yıl bilmiyorum) Büyük Babam ölüyor. Babaannem ne kadar zaman sonra bilinmiyor amma, bir şekilde köyde bulunan Ağabeyine haber gönderebilmiş. Amcam Zile’deki günleri çobanlık yaparak geçirdiklerini anlatıyordu. Babaannemin ağabeyi haber alır almaz gidip Zile’den alıp köye getiriyor üç kişilik aileyi. Bu nedenle Büyükbabamın mezarı Tokat’ın Zile ilçesinde kalmış. Sonraki yıllarda Babam ile Amcam Büyükbabamın mezarını ziyaret için ve taş-mermer yaptırmak için Zile’ye gittiler ama bulamadılar. O bölgede ölü toprağa gömüldükten sonra herhangi bir işaret konmazmış anlattıklarına göre. Dolayısıyla mezarı da bulamamışlardı.

Kardeşimin doğumu ile ilgili bir şey hatırlamıyorum. Hatırladığım ya da belleğimde kaldığına göre Dedem (annemin babası) adı Halil İbrahim olsun demiş. Annemin ailesi kalabalık bir aileydi. Dedem köyün “hoca”sıydı. Saygın ve muhterem bir insan olarak hatırlıyorum. Bir de kaç aylık olduğunu hatırlamıyorum amma “kundaktayken” çok sık hastalanıyor diye Annem ve Dedem birkaç günlüğüne uzak bir yerlere gittiklerini hatırlıyorum. Döndüklerinde olabilir mi olmaz mı bilmiyorum amma annemin anlattıklarından, tahminim bir şekilde bademciklerini aldıklarını anlatmıştı. Ya da anlattıklarından ben bu sonucu çıkarmış olabilirim. Annem sonraları hep bu operasyonun güzel olduğunu anlatırdı, bak “çocuk artık hastalanmıyor” derdi.

Büyüme sürecinde bu olaydan başka bir şey hatırlamıyorum. Sanki bizimle beraber köy yaşantısında bir işle meşgul gibi hatırlıyorum. Aile içinde ortaokul zamanına kadar sanki hep kuzularımızı otlatıyordu gibi aklımda. Birgün, elli dokuz, altmış yıl geçmesine rağmen, hala unutamadığım bir olay yaşadık. Ben akşam otlattığım öküzleri eve getirdiğimde annem feryat figan “kuzular yok” diye dövündüğünü hatırlıyorum. Gerçi annem olaylar karşısında soğukkanlı olamıyor, tepkisini abartılı dillendirirdi. Ancak gün batmış hava da kararıyordu. Köyde bildiğimiz genel bir kural vardı. Eğer bir hayvanı kurt kapmamışsa ya da çalınmamışsa, bir halde eve dönerdi. Bu konuda en beceriksizi koyun cinsi hayvanlardır. Hele kalabalık olurlarsa yabanda bir arada yatar uyurlar. Halil’in bakışlarında üzüntü’yü görmek mümkün ancak daha çok şaşkınlık hali vardı. Nasıl olduğunu bir de ben sordum. - Bilmiyorum bir baktım kuzular yok. Diyordu. Zaten dokuz tane kuzumuz vardı. Annem koyunları sağalım seninle birlikte gidip arayalım dedi.

Bir süre sonra annemle karanlıkta sanırım ay ışığının aydınlattığı ölçüde, – meeee, meeee seslenerek kuzu aradık. Fakat yok. Nafile, döndük geldik. Sabah eğer kurt yememişse bulacağımızı umut ediyorduk. Ertesi gün tüm köylülerimizi haberdar ettik, herkes yabanda, tepelerin arkasında ya da bir ağaçların gölgesinde olabilir düşüncesiyle bakınsın diye, fakat olumlu bir ses yok. Yorumlara göre kurt yese kan izi ve kemikler kalır. O da yok. Sanırım üçüncü günde, yakın köylerin birinden bir haber geldi. “Buralarda sahipsiz dokuz kuzu var, kuzusu kaybolan var mı?” Bu haber üzerine dayım giderek kuzuları getirmişti. Meğer yorgun düştüğü bir ara, İBO gölgede uyumuş. Uyandığında bakmış kuzular yok. Çocuk, mübalağa etmiyorum beş yaşındaydı. İşte görev ile sorumluluk duygusunun onda gelişmesinde bu günün rolü ne kadardı bilemiyorum. Her olumsuzluğun insanı daha sorumlu kıldığını daha olgunlaştırdığını herkes kabul eder. Köy yaşantısında belki de tüm yaşamda sıra dışı bir olay yaşamadığın sürece, hayatın olağan gidişinde kaç yıl geçerse geçsin çok şey hatırlayamadığımı bu satırları yazarken daha çok hissettim.

Babam okul eğitimi olmamasına rağmen, olağanüstü öngörü sahibiydi. İlkokulu okuduğum yıllarda seni okutacam, memur olacaksın, öğretmen olacaksın derdi. Daha sonraki yıllarda tek amacı, bizim ortaokul, lise eğitimini almamızı sağlamaktı. Hayatının en önemli amacı buydu. Oysa ben bunun ne anlama geldiğinden habersiz, yaşantımdan zerre bir değişikliği beklemediğim gibi benim için olağanüstü bir durumdu. Köyümüzde gördüğüm tek “okumuş”, bin dokuz yüz kırklı yıllarda Pamukpınar Köy Enstitüsünde eğitim görmüş, bizi de okutan öğretmenimizdi.

Halil ilk okula başladığında ben kasabamızda yatılı olarak ortaokula başladım. O güne kadar ilçemize gittiğimizi hatırlamıyorum. Her şey bana yabancıydı. Yatılı dediğim bilinen bölge yatılı okulları değil, zaten o yatılı okullar çok sonraları yapıldı. Benim yatılılığım şu; ilçemizin bazı öğretmenleri bir araya gelmiş, okuma şansı olmayan köy çocuklarının barınma sorununu çözmek için bir pansiyon kurmuşlardı. Pansiyon, alt katı kahvehane üstü de otel olarak düşünülmüş bir binaydı. Alt katı, yani kahvehane kısmı ders çalışmamız için, üst katında da yandan ahşap bir merdivenle çıkılan ortada bir koridoru olan, karşılıklı dörderden toplam sekiz odaydı. Odalarda jandarma karakolundan sağlanmış demir ranzalar ve battaniyeler vardı. Her odada iki ranza toplam hatırladığım otuziki yatak vardı. Herkes yatak ve yorganını köyünden kendisi getirirdi. Yemek hanesi yoktu. Kasabanın iki lokantasından biri ile anlaşılmıştı. Belli saatlere askerler gibi içtimaya girer sabah, akşam ve öğlen o lokantada yemeğimizi yer, aynı şekilde de geri dönerdik. Parasını iyi hatırlamıyorum amma, sanırım aylık yetmişbeş lira ya da yüz liraydı. Babam benim paramı ödemek için çok sevdiğim bir tosun (boğa) ile iki üç tane de toklu (kuzunun büyüğü) satmıştı. Bunları satarken de pazarda bana hazır bir takım elbise iki yakalı gömlek bir de bağlama sorunu olmayan lastiğiyle gömlek yakasına takılan baskılı renkli plastik bir kravat almıştı. Ben ortaokula başladığım için artık ayrıcalıklı bir statü kazanmış gibiydim. Eğer giyim kuşam için bir para harcanacaksa bana harcanırdı. Evin diğer fertleri yırtıklarını yamayla giderirdi. Halil’in vefatından sonra başsağlığı amacıyla beni arıyan yaşı benden de büyük bir köylümüz anlattı. Halil “kuzu güdüyordu”. “Annenle babandan rica ettim bizim kuzuları da beraber gütsün yılın sonunda ben kendisine bir takım elbise alacağım dedim” ve aldım. Bu durumun bir iki yıl daha devam ettiğini de söylemişti. Halil evimizin küçüğü olmasına rağmen eve maddi katkıları en fazla olan biri olarak bu olayla birlikte hatırladım.

Ben ortaokulu bitirdikten sonra, babam artık Ankara’ya yerleşme planını gündeme getirmeye başladı. Ankara'da bir akrabamızın yanında liseyi okumaya başlamıştım, ama babam sürekli peki sen burada okuyorsun da o çocuğu (Halil) ne yapacağız? Telef olacak oğlum köyde derdi.

Çok uzun sürmedi. Bir ya da bir buçuk yıl sonra babam kasabamızda 1935'te milletvekilliği yapmış birini bularak, Ankara’da Belediye’ye ait Zafer Çarşısı'nda sabit görevle gece bekçisi oldu. Bu durum şüphesiz bizim hayatımızda hem yeni ufuklar açtı hem de yaşam tarzımızı allak bullak etti. Gerçi ben artık Ankara’ya alışmıştım. Yazın köye gidiyor, babamdan kalan ekme biçme işini annem, kardeşim ve ben birlikte yapıyorduk. Çünkü babam artık Ankara’daydı. Halil de ilkokulu bitiriyordu. Biz köyde bulunan koyun keçi kuzu canlı olarak ne varsa sattık. Babam meğer Dikmen’de boş bir yer çevirmiş üzerine “gecekondu” yapacağını kafasına koymuştu. Geçici olarak da gecekondu yapacağı yere yakın, “iki göz” olarak tabir edilen bir yer de ev kiralamıştı. Ben köydeki canlı varlıklarımızı sattığımızdan ötürü yorganı, yatağı, taşınabilecek neyimiz varsa yükledik otobüsün bagajına, evin kapısına da kilit vurarak, Halil (İBO), Annem ve ben Ankara’ya geldik. Ben zaten Ankara Ticaret Lisesi'nde okuyordum, Halil'i de Dikmen Ortaokulu'na kaydederek yeni hayatımıza başlamış olduk. O günler, belki birkaç yıl daha, ekonomik olarak toplumsal statünün en alt katmanları düzeyinde bir yaşam sürdürdük. Fakat babam çok mutluydu. Daha ne isterim çocuklarım okuyor, “devletten aldığım bir de maaşım var” derdi. Köyü evimizi tarlaları kafasından silip atmıştı. Aslında bunun benzerini Halil İbrahim’le Sevgi de hayatları Ankara’da geçmesine rağmen ekonomik olarak hiçbir olanakları yokken terk edip İstanbul’a gittiler. Benim anlayışıma göre bu tam bir benzerlik. Hatta Elif’in durumu. Benim 45 yıl yaşadığım Ankara’yı terk etmem. Belki de bize babadan kalan sosyolojik bir miras. Ne diyebilirim?

Halil köyden gelmesine rağmen Dikmen Ortaokulu'nda çok güzel bir uyum sağladı hatta başarılı öğrenciler arasına girdi. İlk dönem iftihara geçtiğini akşam eve geldiğimde öğrendiğim zaman duyduğum gurur, hala gözlerimi yaşartıyor. Benim öğrencilik yaşantım “başarılı öğrenci” statüsünde değildi. Fakat yıl sonunda annenin ve babanın sınıfı geçti haberiyle hissedecekleri sevinci benimle de duydular. Halil ortaokuldan beri tüm öğrencilik hayatı boyunca günde iki saat çalışmayı prensip edinmiş biriydi. Benim şahit olduğum ortaokul ve lise dönemi tamamıyla böyleydi. Ayrıca ortaokul ikinci sınıftan beri, ailemize maddi katkıda bulunmuştu. Bu konudaki katkılarını hatırladıkça çok duygulanırım.

Bir akşam eve geldiğimde Annem “Halil Divriği’ye gidiyor” dedi. Ne Divriğisi nerden çıktı derken konuyu anlattı. Bizim köylümüz olan, hala da Ankara’da müteahitlik yapan İsmail Kavak, Babam’dan beni sormuş ne yapıyor diye. Babam da bir bankada işe girdi çalışıyor demiş. Bunun üzerine Halil’i Divriği’ye gönderelim bizim şantiyede puantörlük yapsın demiş. Tabi bu sevinçle birlikte birazda tedirginlik yarattı bende. Ertesi gün Babamdan konunun detayını öğrenmek istediğimde Babam; “Aziz Ağa demiş ben senin çok iyiliğini gördüm zamanında”, “şimdi de işlerim iyi Divriği Demir Çelik İşletmeleri’nin bir işini aldım. İş sabit bir iş. Çocuk sabahları çizelgedeki isimlere göre gelene imza attıracak, gelen kamyon ya da hafriyat araçlarının listesini yazacak tutanakları şantiye şefine teslim edecek demiş İsmail Kavak. Bu anlatım beni de sevindirdi, gitmesini ben de istedim.

Hali’in birlikte çalıştığı o şantiye şefi günümüzün MNG Holdingin sahibi Mehmet Nazif Günal'dı. Mehmet Nazif Günal Halil’i o kadar sevmişti ki, ertesi yıl okullar tatile girer girmez tekrar göndermesini İsmail Bey’den istemişti. Divriği’deki iş bittikten sonra, bir yaz da Tunceli Ovacık'ta birlikte çalıştılar. Ovacıkta Halil’in hayrete düştüğü bir durum da vardı. “Abi Amerikalılar kadınlı erkekli orda kamp kurmuşlar alabalık avlıyorlar” demişti bana. Mehmet Nazif Bey bazen onlarla konuşuyor, diyorlarmış ki; Munzur’da olan alabalık dünyanın başka bir ülkesinde yokmuş. “Bizim işçiler de ara sıra tutuyor, üzerleri kırmızı kırmızı benekli balıklar” diyerek aklında kalanları anlatmıştı. Yevmiyesi on liraydı. Kendisi şantiye şefinden para alır mıydı bilmiyordum. Almıyor olabilir alsa dahi şantiye şefi merkeze bildirmiyordu sanırım. Çünkü İsmail Kavak Bey Babama yediyüz elli lira para verdi üç-dört yıl bu devam etti. Günümüzde böylesi dayanışmalar var mıdır sanmıyorum?

Halil liseye başlarken babam, bana “sen nasıl bir lisede okudun ki başka bir yere giremiyorsun”? Ben de Ticaret Lisesi’ni okuyanlar yalnız Ticari İlimler Akademisi’ne girebiliyor dedim. “Oğlum yazık olur bu çocuğa başka bir liseye yazdır Doktor olsun, hakim olsun, savcı olsun”. Ben de zaten Halil, normal liseye gidecek dedim. Kaydını Ankara Atatürk Lisesi’ne yaptırmıştık. Ben de velisiydim. Halil’in okulundan hiçbir endişemiz olmadığından ne yapar ne eder ailelerin “yakın takip” dedikleri hiçbir merakımız zaten yoktu. Bir gün annem “oğlum bu okuldan geliyor, dersini çalışıyor sonra çantasına eşofman şort vb spor giysilerini koyup gidiyor, bana “koşuya” gidiyorum diyor dedi. “Burası Ankara bu çocuğun aklını çelerler kendini topa verir oyuna verir, kötü alışkanlıklar edinir”, sen bir sor bakalım sana ne diyecek? Ben de akşam merak ettim kendisine sordum. “Abi okulda atletizm takımına aldılar, bazı günler antremana gidiyoruz” dedi. Üç yıl devam etti atletizm ilgisi.

Lise yıllarında Halil İbrahim’in Nuri adında kendisinden biraz daha uzun güleryüzlü bir arkadaşı vardı. Nuri’nin soyadını hatırlamıyorum. Zaman zaman bizim eve de geliyordu. Çok iyi anlaştıklarını biliyorum. Tabii lise yıllarında artık büyüdüğü izlenimi edinmiş sohbet ettiğimiz günleri de hatırlıyorum Halil’le. Nuri’yle birlikte de soruyordum. İkisi de Tıp fakültesine gitmeyi istiyordu. Ancak yalnız konuştuğumuz zamanlarımızda ben tıp fakültesinin puanının çok yüksek olduğunu, ODTÜ’de mühendislik veya SBF’yi de düşün dediğimi hatırlıyorum. Henüz bu dershane furyasının toplumu kasıp kavurmadığı yıllardı. Her öğrenci lisedeki başarısı ve çalışkanlığıyla yönünü belirliyordu. Ben lisedeki durumuna baktığımda iyi diyebildiğim Ankara’daki üniversitelerden birine rahatlıkla girebileceğini sanıyordum. Bu nedenle de hiçbir endişe duymuyor ve çok da rahattım.

Üniversite sınavlarının açıklandığı günün öğlen saatlerinde baktım Nuri ile birlikte Devlet Yatırım Bankası’na yanıma geldiler. Nuri zaten güleç yüzlü bir çocuktu. O gün daha bir sevinçli olduğunu hissettim. Halil İbrahim’in ise tepkisiz ve sakin bir durumu vardı. Ben hayrola ne yaptınız dedim. Nuri Ankara Tıp Fakültesi’ne girdim dedi. Halil sen, ben de ODTÜ Maden Fakültesi’ne girdim. Tebrik ederim bravo sizlere dedim ve ikisini de öptüm. Moralini iyi tutması için ODTÜ’nün yabancı dil avantajlarından söz ederek ODTÜ’de okumak önemlidir demiştim.

Üniversiteye kayıt işlemlerini yaptırdı. Fakat memnun değil gibi bir hali vardı. Muhtemeldir benim de içimde bir burukluk olabileceğini düşünmüş olacak ki; “Abi bizim okulda hazırlıktan sonra belli bir not ortalamasını tutturduğun taktirde istediğin bölüme yatay geçiş yapabilirmişim ”. Ben bunu deneyeceğim dedi. Ben de hem cesaretlendirdim hem de bu bölüm de iyi diyerek rahat olmasını da salık verdim. Sanırım ikinci yılın sonunda gerekli not ortalamasını tutturarak Endüstri Mühendisliği bölümüne geçti. Nuri ile ilişkileri devam ediyordu. Bir ara Nuri’nin bir siyasi fraksiyonda aktif olduğunu söylemişti. Ben de devlet memuruyum ama eve çeşitli siyasi görüşlere ait dergi kitap getiriyor okurdum. O da ilgiliydi. Sonra Nuri’nin sıkıyönetim döneminde okuldan atıldığını söyledi bana. Şüphesiz üzücü bir durumdu bu. Nuri’nin bu siyasi durumu nedeniyle mi farklı bir gerekçe mi oldu hatırlamıyorum. Fakat Nuri ile bağları koptu. Bunu bir ara kendisine sorduğumda Nuri’nin tutuklandığını söyledi. Uzun süre bu nedenle görüşemediler. Sonrasında da Nuri’nin Ankara dışına gittiğini söylemişti. Sanırım bir dönem sonra da artık görüşemediler. Nuri’nin soyadını hatırlamıyorum. Halil’in Nuri ile çok anısının olduğunu düşünüyorum.

Politik konulara ilgiliydi. Ancak kendisini kaptıracak kadar olmadı politik ilgisi. İşin enterasan yanı cenazesinde gazetecilik yapan CHP içinde tanıdığım bir arkadaşımla karşılaştım. Ben benim kardeşim olduğunu bildiğinden ötürü gelmiş olabileceğini sandım. Ancak arkadaş “abi İBO senin kardeşin mi” dediğinde hayret ettim ve sordum hayrola sen nerden tanıyorsun dedim. “Abi ortak arkadaşlarımız var. Bize Dikmen’de siyasi yakınlık duyan bir kardeşimizmiş” dedi. Buna şaşırdım. Siyasi sempatisini biliyordum ama bireysel ilişki içinde olabileceği hiç aklıma gelmemişti. Son yıllarda benim CHP’den aday olmam konusunda hep ısrar etti. Hatta bir keresinde “abi paran yoksa ben de katkı koyabilirim” demişti.

Halil’in ODTÜ’de yatay geçiş yapması ben de ilk kez istediğinde hırslı olabileceği imajını yarattı. Çünkü dediğim gibi çocukluğu döneminde bunları fark edecek bir durumu hatırlamıyorum. Neyi nasıl yaşıyorsak, bunun kendi gerçeğimiz olduğunu sanıyorduk. Ya da yapılanı sonradan fark edip, bilinen bilimsel analizlerle değerlendirmezdik. Hayatı değiştirme anlayışı ve kültürü çok sonraları bilincimize yerleşti. Hırsını belli etmeyen olumsuzluklar karşısında çok kısa cümleler kuran, hatta düşüncesinde ısrarlıysa bu cümleleri tekrarlayarak dışa vurmayı tercih ederdi.

Üniversite öğrenciliği konusunda çok fazla bilgi sahibi olmadığımı fark ettim. O zamanlar konuştuğumuz Üniversitedeki sorunlar, Hasan Tan’ın rektörlük dönemi, boykotlar öğrenimin uzaması olduğu aklımda kalanlar. Yöneylem konusunda master yapmasını çok konuştuk. O yıllarda ben de Gazi Üniversitesi İşletme Yönetimi Enstitüsü’nde master yapıyordum. Son dönem baktım bizde de “yöneylem” dersi var. Bana matrisleri ve matematiksel çözümler konusunda uzun günler ders verdiğini de hatırlıyorum. Ayrıca öğrenci iken ODTÜ’nün Bilgi İşlem dairesinde yarı zamanlı birkaç yıl çalıştığını da hatırlıyorum. Derken meşhur 12 Eylül geldi ve ben işsiz kaldım. Evliyim, Özgür 1,5 yaşında. Ferhan Sümerbank’ta çalışıyor ama, ev kira nasıl geçinirim? Kısaca çaresizim. Çözümü yine o buldu. “Abi ben çalışıyorum (ODTÜ Bilgi İşlemde), Babam çalışıyor, Ferhan çalışıyor. Hepimiz bizim evde yapamayız. Senin eve taşınalım, bizim gecekonduyu da kitleyelim sen bir iş bulana kadar.” Dedi. Belirttiği gibi yaklaşık 1 yılı aşkın süre tekrar hepimiz aynı evde yaşadık. Nitekim, ben 13 ay sonra özel iş bulabildim.

Çalışma hayatımın 1980 sonrası hep özel sektörde geçti. Parasal olarak koşulların giderek düzeldiği günlerim oldu. Öyle ki ev ve araba alacağımız günlerimizdi. Çalıştığım iş yerinde bir arkadaşım ME-SA Batı Sitesi olarak bilinen bir yerde satılık bir ev olduğunu, sigortalılık sürem 2 ya da 3 yılı doldurmuşsa, Sosyal Sigortalar Kurumundan 1 Milyon lira kredi almak mümkün demişti. Fakat benim bu şansım yoktu. Konuyu Halil’e açtığımda abi benim sürem müsait demişti. Nitekim ilk evimizi taksitleri ben ödüyordum ama O’nun SSK’dan aldığı krediyle aldık. Yazının içinde birkaç kez eve yaptığı ekonomik katkıları boşa yazmadım. Halil İbo gerçekten bizim evimizin direğiydi.

Okul dönemi anılarıyla çalışma hayatına yönelik anıların arkadaşları tarafından yazılması bizler için de bilgilendirici olur.

Dışa vurmamakla birlikte çok ciddi ekonomik sıkıntılar yaşadı. Aramızda hiç para alışverişi konularında sorun yaşadığımızı hatırlamıyorum. Olmuşsa da telafuz etmemiştir. Paranın birimizde olması diğerinin de güvencesiydi. Hep böyle oldu. Sanırım 1994 yılı meşhur ekonomik krizin öncesi. Tahminim 1993 yılının sonbaharıydı. Benim Ankara–İzmir–Çanakkale–Edirne’ye uzun bir iş seyahatim olmuştu. Edirne dönüşü aradım; “birader öğlen saatlerine doğru İstanbul’da olacam, zamanın uygunsa görüşelim” dedim. Kendisi Nakkaştepe’de sanırım KOÇ Gurubunda çalışıyordu. Buluştuk, “abi yemek yiyelim” dedi. Boğaza indik birkaç kez birlikte gittiğimiz İSMET BABA’ya oturduk. Biz Ankara’ya devam edeceğimiz için yemeği fazla uzatamadık. Konuşma bir arkadaş gurubuyla İstanbul Borsasından aldığını bildiğim hisse senedini satmasını söyledim. “Bak ben uzun süredir seyahatteyim. Türkiye’de önemli bir ekonomik kriz belirtilerini hissediyorum. Ticari ve sanayi kesimi mutsuz. Siz bu kağıttan iyi para kazandınız satın karınızı realize edin dedim.” “Abi ne diyorsun satar mıyız? Fiyat bizim beklentimizin hala yarısı düzeyinde. Daha çok artacak” demişti. Genelde benim ekonomik değerlendirmelerime güvenirdi. Bu kez öyle olmadı. Çok ısrarlıydı. Fakat zaman içinde gelişmeler umduğu gibi olmadı. O olaydan ötürü sıkıntı yaşadığı gibi çok üzüldüğünü de biliyorum.

Düzcedeki yayla evini O da çok severdi. Aradı “abi Düzce’ye ne zaman geçeceksin?” “Benim Ereğli’de bir işim var geliş günlerin yakınsa ona göre bir seyahat planı yapacağım” demişti. Sanırım 3 gün sonra gideceğimi söyledim. Fakat kadere bakın ki; telefon görüşmemizden 2 saat sonra haberi geldi. Çok özlüyorum. Onsuz kendimi çok yalnız hissediyorum. Benim için bu hayatta ailelerimiz için en büyük güvenceydi. Yıldızlar yoldaşı olsun.

Ölüm mukadderdir. Yani kaçınılmaz bir sondur. Önemli olan öldükten sonra O’nu yaşatmamız. Elif başarılı bir iş yapmış. Anılarda yaşasın. Ama erken oldu.

 
 

Recent Posts

See All

BİNGÜL ATAMAN

Elif’ciğim, canım kızım, Hani filmlerde görürüz; biri masanın başına geçer, elinde kalem, masanın üzerindeki kağıda bir şeyler karalar;...

SEVGİ GÜRBÜZ

İBOCUĞUMA Canım İbocuğum, Gideli 1 yıl oldu, hasretin her geçen gün daha da artıyor. Yokluğuna nasıl dayanırım, sensiz nasıl yaşarım...

ELİF GÜRBÜZ

Sevgili dostum, babacığım İbo’yla ne zamandır görüşemedik. Onu çok çok özledim. Kendini bu kadar özletmesine de biraz içerledim doğrusu....

Commentaires


bottom of page